15 Kasım 2012 Perşembe

Ben Kandan Elbise Giydim Hiç Değiştirsinler İstemezdim

Kendinden bir şeyler kattın
Güzelleştirdin ölümü de
Ellerinin içiyle aydınlattın
Ölüm ne demektir anladım

Yer değiştiren ben değildim
Farklılaşan sendin
Sendin bana gelen aynalarla
Sendin bana gelen sendin

Artık ölebilirdim
Bütün İstanbul şahidim
Ben kandan elbiseler giydim
Bundan senin haberin var mı

Sezai Karakoç

14 Kasım 2012 Çarşamba

Rüzgarın Öyküsü



Şehirlerden İstanbul, mevsimlerden sonbahar, nasıl var oldum bilinmez, ben de ılık bir rüzgar. Yanlış anlamayasın ey insan, bildiğin esen, saçlarında dolaşan, sana bazen çiçek, bazen deniz kokusunu getiren rüzgar… Çok sevmiştim şehrimi. O şehir ki sevilmez mi, yedi tepesi birbirinden güzel, her sokağı ayrı bir masal, minareler kubbeler derken,  sanırsın Kaf dağının ardından getirip de buraya oturtmuşlar.  İstanbul demişken, Nazenin, İstanbul kadar güzel demek olmalı.
Eskiden sokaklarda eserdim, bazen pencere önlerinde oturur dinlenir, sonra yine eserdim. Ben küçük sayılırım rüzgârların içinde, büyükçe bir rüzgâra rastladım günün birinde ve takıldım peşine. Estim, estim, estim… Bir cennetti gittiğim. Pierre Loti derlermiş bu tepeye, bir şair yatarmış bu yakınlarda ve demiş ki bir şiirinde:
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar
Ne büyük söz ustasıymışsın dedim o şaire ilk duyduğumda bu dizeleri ve sonra içimden geçirdim: İstanbul da bir şairin ruhuna sahip olabilirdi ancak. Şair demişken, Nazenin, tüm şiirlerin ona yazıldığı demek olmalı.
Sevmiştim bu tepeyi ama kim bilir daha neleri vardı bu şehrin, indim ben de tepeden ve denizi takip ederken insanlar balıkçılar ardından vapurları buldum. İnsanları yüklenip bir başka kıtaya taşıyan vapurları. Yeni eğlencem buydu artık, ardına takılıyorum vapurların, tırabzanlarında oturuyorum, yolcuların saçlarını yüzlerine estiriyor, ardımızda bıraktığımız beyaz köpüklerle oynaşıyorum ve benim gibi vapurun peşine takılmış martıların kanatlarına dolanıyorum. Düşünüyorum denizin bu kadar yakıştığı başka şehir var mıdır diye, sonra sus diyorum kendime, düşünmesi bile bu güzel şehre ihanet diye. Deniz demişken, Nazenin, deniz kadar mavi demek olmalı.
Eminönü’nden  büyük bir curcunayla ayrılan vapurlar yeni konağım oluyor sıkça. Kendime yakın hissettiğim, sevdiğim bir kulenin yakınlarına, Üsküdar’a gidiyorum. Denizin ortasındaki bu kulenin de bir hikayesi varmış, benim gibi, senin gibi ve yaratılmış onca şey gibi… Bu arada Nazenin kim bilir kaç hikayenin kahramanıydı?
Benim hikayeme gelince, işte ben bir garip rüzgar iken, yine bir gün Asya’ya giden bir vapurun peşine takılmış iken ve zaman artık durması için yeterli sebebi olmasına rağmen buna aldırış etmeden akmaya devam  eder iken… Bir ışık huzmesi gördüm ki, nurdan bir varlık, göğün kapıları açılınca yeryüzüne düşmüş bir huri. Nasıl söylenir bilmem, varlığım gitmişti artık benden. Boyut değiştirmiş, hem onca şey hisseder hem de hiçbirini algılayamaz olmuştum. Ardından ses geldi o güzelin: ‘Nazenin!’… Bir tanıdığı olsa gerekti ve dönüp konuşmaya başladı ve ben adını öğrenmiştim o perinin: Nazenin. Her şey Nazenin’di şimdi, ben bile. Ne demişti Mecnun:
Ger ben ben isem nesin sen ey yar?
Ver sen sen isen neyim ben-i zar?
Ve ben de aklımı yitirip yitirmediğimden emin değilsem bile, bir gülüşlük canım kalmıştı bildim, Nazenin bir gülse bana oracıkta yok olurdum, gördüm. O Nazenin ki, yarım kalmış bir şiirin son dizesiydi, o baharın ilk çiçeği, bir merhumun son nefesi ve bir bebeğin ilk gülüşüydü. Nazenin her yerde ve her şeydeydi.
Peki yanına gitmeyi öyle çok isterken onun olduğu yöne bile esemeyişim nedendi ey ulu deniz?  Sen söyle güneş, her sabah ondan aldığın güzellikle mi doğarsın böyle? Siz konuşun martılar, o olmadan da sahi var mıydım ben, ben olduğumu sandığım neydi yahut? Ey heryeri kuşatmış gökyüzü, var mı şu dünyanın herhangi bir yerinde ondan daha güzel ve benden daha biçare? Yalvardım Nazenine duymayacağını bile bile: Gel de bana ey güzel, de ki, beni çağıran sesinle tuz buz olmamışsa varlığım, her şeyimle kulun olayım. Gel de bana ey güzel… Döndüm sonra kendime ve fısıldadım usulca: 
Ne beyan-i hale cu’ret, ne figana takatim var
Ne reca yi vasla gayret, ne firaha kudretim var
Ve  şu son yirmi dakika, hem yirmi asır hem yirmi saliseydi bana. Nedir beni bu hale getiren demedim kendime ne o gün, ne de ardından geçen onca zamanda. Bildim;  pervaneyi ateşe düşüren, bülbüle  türküler söyleten ve Kays’ı çöllere düşüren ne ise, işte benim baktığım her yerde onu görüşüm, her şeyde onu buluşum da bundandı, tüm güzellikleri onda buluşum, tüm güzelliklerde onu buluşum da.
Varlığım öncesine dayansa da hikayem işte orada başlamıştı ve az sonra da bitmişti. Nasıl mı? Şöyle: bitmemesi için dualar etsem de her vapur yolculuğu gibi o yolculuk da bitti. Vapur kıyıya yaklaştı ve yolcular inmeye başladı, sonra Nazenin de indi ve tabi ben de onun peşinde. Sokaklara daldı Nazenin, şanslarından ötürü delice kıskandığım kaldırımlarda yürüdü ve gidip Samyeli isimli bir yere girdi. O girer girmez içeride biri ayağa kalktı, Nazenin’e baktı ve gülümsedi. İşte benim hissettiğim şey, bu genç adamın gözlerindeki şeydi, ama anlamak istemediğim bu duygunun o gözler de ne işi vardı? Dünyadan ağır bir yük yüklemiştim omuzlarıma. Nazenin tarifsiz bir acıydı şimdi… Nazenin oturdu onun yanına ve benim orada olduğumu bilmeden döndü benden yana. Görmek istemedim önce o kehribar rengi gözleri daha da güzelleştiren, dile getiremediğim şeyi, düşeceğim durumu bilsem de kendimi kandırmaya bile razıydım gördüğümün yanlış olduğuna dair, ama yapamadım. İşte benim varlığımı baştan başa kaplamış şey bu gözlerde de vardı ve tüm bunlar o genç adamaydı. Varlığım hadsiz bir acıydı artık. Her şey duruvermişti, zaman bana inat, bu korkunç anı zihnime iyice kazımam için duralamış olsa gerekti. İçim titriyordu, bulduğum ve bulur bulmaz kaybettiğim bir hazinem olmuştu.  Bu nasıl yakar canı, anlatsam kim anlardı, ötesinde ve öncesinde kim duyardı?
Varlığıma sonsuzluk kadar uzun gelen bu anın ardından dönüp hızlıca savruldum açık pencereden ve estim saatlerce nereye gittiğimi hiç bilmeden. Yükseklere çıktım, alçaklara daldım, kuşlarla yarıştım, içimi sızlatan, bu yok olmuşluk hissi bitsin istedim. Hissettiğim tarifsiz, derin bir sancıydı. Ama her şeye rağmen Nazenin’in varlığından bihaber yaşamayı, şu halime yeğlemeyeceğimi de biliyordum. Bu acıdan kurtulmayı dilerken, içten içe bu acıyı çekmekten aldığım gizli bir zevkin olduğunun da farkındaydım. Ama yine de dayanılır gibi değildi bu, hem de hiç. Ne garip kelimeydi şu ‘azap’, çok sonraları bilge bir rüzgar söyledi, hem elem demekti azap, hem lezzet. İşte buydu benim halim, hem elemimden bin parça olmuştum, hem de bu parçalanmışlıktan tarifsiz bir lezzet alıyordum. Nazenin… Yaşadıkça çoğalan, anlatmakla bitmeyendi.
Eserken artık gücümün tükendiğini hissettim. Sonra bankta oturan birini gördüm: yalnız bir kadın. Gidip yanına oturdum usulca, esintimden anlamış olacak dönüp bana baktı orada olduğumu bilmeden. Sonra önüne döndü yine, elinde kırmızı kaplı bir kitap, saatlerdir çevrilmediğine bahse girebileceğim açık bir sayfa ve az önce kadının gözlerinden bu yenilmişlikte yalnız olmadığımı gösteren o içimdeki her şeyin tıpkısı… Sonra açık sayfadaki şiire ilişiyor gözüm ve bir kez daha anlıyorum yalnız olmadığımı:
Bilirim senden bana yok bir faide ey gül!
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.
Etsem de abestir sitem-i hâre tahammül,
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.
Bakışlarımı İstanbul’a çeviriyorum, minareler, kubbeler, hisarlar ve martılar, bu eşsiz deniz, şu sessiz sandal… Nazenin, İstanbul kadar güzel demek olmalı… 

4 Kasım 2012 Pazar

Serra Yılmaz...


Entelektüel olarak nitelenen ve sevilen Serra Yılmaz, talihsiz açıklamalarda bulunmuş bir iki gün evvel. Söylediklerine burada yer vermeyeceğim, ancak ben şahsen üzüldüm söylediklerine, kim söylese üzülürüm. İnsanın doğuştan getirdiği ya da tercihleri doğrultusunda sahip olduğu bir takım özelliklerinden dolayı itham edilmesini doğru bulmuyorum. Renginiz sarı ya da kırmızı olabilir, değerleriniz başka başka olabilir, ortak payda insanlıktır. Fikirler tartışılabilir ancak bu karşı tarafın inançları yerilmeden yapılmalıdır. 

Bir yarış var ortada insanlar birbirlerini anlamak ya da saygı duymak yerine etiketlemekle meşgul. İnsanlığımızı kalıplara sığdırmaya çalışıyoruz; demokrat, liberal, sosyalist, alevi, sünni, başörtülü, ateist... Aramıza sınırlar çiziyoruz. Bunu hem haritalarda yapıyoruz hem de mahallelerde, tramvaylarda, cafelerde... İçgüdüsel bir şey mi bilmiyorum, kendimiz gibi olanı işaretleyip görünmez çemberimizin içine yalnız onları davet ediyoruz. Diğerleriniyse çemberin dışına özenle itiyoruz, kovalarken bir de ardından öcü diyoruz. Biz işte böyle kalıplara sığdırmaya çalışırken insanlığımız küçülüyor ona bir haller oluyor, ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor, bizim gibi olmayana sırf bu yüzden öfkelenebiliyoruz, ardından soruyoruz; insanlık nerede? 

Ve bir de sevdiğim bir film, Big Fish'den bir sahne geldi ister istemez hatırıma, diyalog şöyleydi:

-...Kongo'daki Afrika papağanları sadece Fransızca konuşur.

+Gerçekten mi?

-Onlara İngilizce öğretmek olanaksızdır. Ama ormanda dolaşanlar onların çok güzel Fransızca konuştuklarını duyar. O papağanlar her konuda konuşurlar. Politika, sinema, moda... Din hariç her konuda.

+Neden din hariç?

-Çünkü din hakkında konuşmak kabalıktır, kimi inciteceğin belli olmaz.